Münir Yenigül /  



Bu yazı, Edip Cansever şiirinin değişimlerini, gelişimlerini, benzerliklerini, benzersizliklerini, güzergahlarını anlama çabasından ibaret olup okuma esnalarındaki intiba, anımsatma, çağrışım gibi gayri-akademik ve basit reflekslerden hareketle kişisel notlardan mürekkep bir okur yorumlaması, eleştiri amacı gütmeyen (eleştiri denilemeyecek), dönemin siyasi iklimi, edebiyat çevresi, şairin hayatı gibi tarihi konuları derinlemesine irdelemeyen bir yazıdır. Tüm alıntılar, Cansever’in Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan, 16. baskı, Sonrası Kalır I BÜTÜN ŞİİRLERİ’nden yapılmıştır. Kitap adları, kitaba adını veren şiirle karışmaması için, italik yazılmıştır.

Cansever, İkinci Yeni orta saha üçlüsünün en çok ve seri yazanı. (Bu fazlalığa dair sanırım Cemal Süreya "Fazla şiirden öldü..." demiş. CS Strikes Again yazımdaki sözlerim için kendisinden özür diliyorum; o şiirin anlamı Cansever'in toplu şiirleri okununca anlaşılıyor. Acaba üstat da, üst üste günlerce Cansever mi okudu? Acaba “fazla” sadece nicel değil, aynı zamanda nitel sıfat mı? Buraya geleceğiz.) Cemal Süreya gibi hızlı bir girişten ziyade Garip'ten yeni yeni sıyrılmaya başladığı, ne tam Garip ne tam Cansever denebilecek bir noktadan başlıyor yolculuğu -farzı misal bir gradient. Turgut Uyar’ın 1952’deki TÜRKİYEM’den 7 yıl sonra DÜNYANIN EN GÜZEL ARABİSTANI ile sağladığı sıçrayışı Cansever 1947’deki İKİNDİ ÜSTÜ ve DİRLİK DÜZENLİK’ten 10 yıl sonra YERÇEKİMLİ KARANFİL ile yapmakta. 

İKİNDİ ÜSTÜ (1947)


1. Cansever'in ilk kitabında, "sıcak", heyecanlı bir atmosfer içindeki bir gencin "yaşama sevinci" ile çoğu zaman dünyaya dair gözlemlerin, yer yer kendisiyle ilgili kararların ve dertlerin yer aldığı, sonraki kitapları göz önüne alındığında biraz üstünkörü ve kestirmeci denilebilecek bir üslupla ("Martılar uçardı, bir tuhaf olurdum.", "Anlıyamıyorum şu iç sıkıntımı.", "Kadınlar öyle kolay anlaşılmıyor.") yazılan şiirler yer almakta. Suyun buzla karışık geçiş hali gibi,  Garip'le karışık (Hoşlandığım Kadınlar, Yeni Zaman, Yaşamak Telaşı, Bu Şehir gibi şiirleri örneğinde tamamen Garip) şiir atmosferi, yer yer sıyrılma, kendi dilini arama çabası seçilmekte. 


2.

Kitapta en çok göze çarpan kelimelere baktığımızda; "sıcak", mevsimsel bir sıcaklığın yanında insanların saadet içinde, bir arada eğlendiği, tasasız bir tablo çiziyor.


Sözcük Analizleri


Diğer başat kelimelere ve komşuluklarına baktığımızda; akşam, kadın, gün, deniz, gece, cadde, rüzgar, şehir, yalnız, ışık, kız, insan, park, meyhane, vitrin ve serin'den oluşan kelime bulutunda hayat dolu bir şair gencin Garip'e özgü nikbin dünyasını görüyoruz: daha çok çevreye, mekana yönelmiş, serin-sıcak bahar-yaz akşamlarında meyhanelerde keyif ediyor, yahut parklarda, ışıklı caddelerde gidip gelerek boyuna insanları gözlemliyor, nadiren kendini duyuran yalnızlık haricinde çoğunlukla dertten kederden vareste, müreffeh bir hali var. Bu haliyle (müreffehliği haricinde) bana Jim Jarmusch'un 1981 tarihli bir gamsızlık ve köksüzlük örneği Permanent Vacation filmini anımsatıyor (sanıyorum Naked (Mike Leigh - 1993) ve Five Easy Pieces (Bob Rafelson - 1970) bu doğrultudaki diğer örnekler olabilir). 


permanent vacation - ekşi sözlük


En az kullanılan kelimeler  "dert", "sıkıntı", "saadet", "mes'ut" iken, "hür", "hürriyet", "özgür", "özgürlük" hiç yok (hürriyet- özgürlük değişimine daha sonra bakmaya çalışacağız). 


3. Artık Hayatım Değişti ile hem mekanın değişimini (İstanbul'dan Ankara'ya, daha sonrasında da Marsilya ve "Dünyanın Büyük Şehirleri"ne) hem de şair-öznenin (şair olduğu beyanında bulunan öznenin - “En güzel şiirlerimi yazmışımdır.”, “Dün gece şiir yazmışım sarhoşluğumda;”) öz değişimine dair kendi kendine yaptığı sözleşmeyi gözlemliyoruz. Hepimize olmuştur sanırım bu, bir yerden sonra artık hayatının değiştiğini ya da değişmesi ve buna göre şiirinin de değişmesi gerektiğini hissetmek, artık başka bir şiir yazmayı istemek. 


4. Peş peşe yer almalarının haricinde, Ekim Aylarında sanki Salkımlı Meyhane'nin devam şiiri. Ancak Ekim Aylarında öykünün olay örgüsünü daha çok hissettirdiği için, aynı durumları, aynı kişi ve çevresinde olan bitenleri anlatmasına rağmen, Salkımlı Meyhane'nin yanında daha zayıf kalıyor, dümdüz hikâyat gibi. Salkımlı Meyhane ise "Günlerden bir gün olsun unutmamıştı yalnızlığını", "Herşey rahattı, dondurmanın eriyişi bile." gibi, gelişiminin nüvelerini barındırıyor en azından. Ekim Aylarında ise, Garip'ten kaçış yeni bir yere varamayıp hikâyeleşmeyle neticelenmiş gibi duruyor. Belki de Cansever'in bu kitabını "reddetmesinin" sebebi geriye dönüp baktığında kitabın çoğunluğundaki gamsız, naif havanın yanında bu başarısız denemeler ve hikâyeye meyli görmesi olabilir.


“İkindi Üstü, biçim yönünden de doyurucu değil. Belirli bir biçim anlayışı yok şiirlerde. Dil durulmamış henüz. Mısralar yoğunluktan, uyumdan, arıklıktan uzak. Orhan Veli’nin de dediği gibi,3 nesre kaçıyor çoğunca.” (Edip Cansever, Asım Bezirci, de yayınevi, 1961) 


3 : “Şiiri şiir eden, onu öteki sanatlardan ayıran özelliklerin neler olduğunu düşünmezsek, vezinsiz, kafiyesiz şiirleri nesirden farksız sayan münekkitleri haksız bulmamıza imkân kalmaz. Çünkü, nesirle anlatılması gereken hikâye, bu şiirleri çoğu zaman bir nesir parçası haline getiriyor. İşte o kitaptan bir mısra : 

Hoyrat bir delikanlı sarışın bir kızı caddeye doğru çekiyordu.

Sözü uzatmayalım; böyle mısra olmaz. Bu, düpedüz, şiire kıymak demektir. Şiir, hikâyeden çok, nesirden çok yahut herhangi bir sanattan çok, şiir olmalıdır.” (Orhan Veli, Varlık Dergisi, 1947, Sayı 329)



            5. Şiir-hikâye karşıtlığına bir örnek, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “86” ve “Meçhul Çocukların El İşi Vazifesi” ile “Kâinatın Akşam Yoklaması” şiirleri arasındaki farktır bence. “86” ve “Meçhul Çocukların El İşi Vazifesi” şiirleri kendilerini tamamen hikâyeye teslim etmiş, adeta bir günlük gibi iken, “Kainatın Akşam Yoklaması” hikâyeden mümkün mertebe uzaklaşarak, Dağlarca’nın “kendine has derinliğiyle” daha güçlü durmaktadır. (Burada Dağlarca şiirine çok hakim olmadığımı belirtmeliyim.) Hikâyenin daha ağır bastığı şiirlerde o “orijinalite”, o “derinlik” kendisini gösterememektedir.


6.

Yeni Zaman
Yaşadım yeni zaman içinde,
Bol yıldızlı gecelerde sevdalandım.
Bahar derdinden başka,
Ekmek karnesiz,
Parasız,
Portakalsız kaldım.
Hattâ ikinci cihan harbinden beri,
Bir de yalnızlık derdim var.
(Edip Cansever)


Tecelli

Nedir bu benim çilem
Hesap bilmem
Muhasebede memurum
En sevdiğim yemek imambayıldı
Dokunur
Bir kız tanırım çilli
Ben onu severim
O beni sevmez
(Oktay Rifat)
                                    
İki şiirin satır ve sözcük sayılarına kadar benzemesinden yola çıkarak Cansever şiirinin başlangıcını, İKİNDİ ÜSTÜ ve DİRLİK DÜZENLİK kitaplarının bütünü açısından bakarsak, pre-Garip olarak tarihleyebiliriz.


DİRLİK DÜZENLİK (1947)


1. DİRLİK DÜZENLİK'te, İKİNDİ ÜSTÜ'nün aksine, baskın tek bir (Oktay Rifat başat olmak üzere Garip kırması) atmosferden ziyade başka şairlere patentli üslupların ödünç alındığı bir kokteylle karşılaşıyoruz :


1.1

Beni dinlersen Üsküdar'a gitme 

İbrahim'i görme şiir yazma 

Şu herkesin bildiği düzlük 

Bu deli alacası çayır 

Ardıç kuşu türkülü sokak 

Senin için değil

(Dipsiz Testi - Edip Cansever)


Bu yürek seni seveceğini biliyordu herhalde 

Bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir 

Bire bin veren buğday 

Elmadaki mayhoşluk 

Hukuku Beşer 

Çınçınlı Hamam 

Çizmeli Kedi 

Sanki elleriyle komuşlar gibi 

İkimizden bir işmar

(Lokman Hekimin Sev Dediği - Metin Eloğlu)


Kumru sevmez mi hokkabaz kuşu sevmez mi hürriyeti

Bu tavuk yeşili ağaç

Bu cam göbeği nehir

Hürriyetle adama benzedi

Şu dağ çilekleri yaban elmaları

Basma çiçeğinden güzelse

Hürriyetle büyüdüğünden

(Karşıtlık - Edip Cansever)


Bir yıldızlı akşamı varsa Ankara’nın

1953 kışları içinde

Karnı tok , sırtı pekse hısım akrabanın

Konu-komşu , dirlik düzenlik içindeyse

Birbirimizi daha çok sevelim diye

(Lokman Hekimin Sev Dediği - Metin Eloğlu )


(Eloğlu'nun bu şiiri "1953 kışları içinde" mısrasından yola çıkarak 53'te yazdığını kabul edersek, Eloğlu'nun Cansever'den etkilenmiş olabileceği de söylenebilir belki ama sonuç olarak burada kastettiğim, bu söyleyişlerin Cansever üzerinde emanet durduğu ve terkedildiğidir.)


Sus bakalım sen de bıcır böceği

Hişt

Ot musun fasulya çiçeği misin

Seni dinliyecek değiliz

(Maydanoz - Edip Cansever)


Çengi misin be gavur icadı,

Düdüklü tencere misin?

(Düdüklü Tencere - Metin Eloğlu)


1.2

Viskiden başka içkiyi ağzına bile sürmemiştir

(Non-figüratif - Edip Cansever)


Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler

(Onlar İçin Minibüs Şarkısı - Cemal Süreya)


(Cansever kişi üzerinden zümreye ulaşmaya çalışırken ("...sonsuza giden bir çizgi..."), Süreya doğrudan zümre üzerinden betimlemeler yapmakta.)


Cebinde parası yok ama yoksul değil

İleri görüşleri var okumuşluğu yok

(Saray Köftesi - Edip Cansever)


Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim kuralları çıkaracak kadar,

(Onlar İçin Minibüs Şarkısı - Cemal Süreya)


1.3.

siz şiir yazın gözünüze kan otursun 

(Şiir Yazın - Ercüment Uçarı)


Siz de okuyun o şiir güzel 

(Saray Köftesi - Edip Cansever, 1947)


Ben çok seviyorum siz de seviniz 

(Tabanca - Cemal Süreya, 1965)


1.4.

Mesire Yerleri'ndeki hava Necatigil’in ilk demlerinden esiyor gibi:


Sıcakla beraber upuzun

Dereyle akıyordunuz

Yahut sallanıyordu rüzgarda

Başaklar gibi kollarınız


Gizli bahçenizde

Açan çiçekler vardı,

Gecelerde ve yalnız.

Vermeye az buldunuz

Yahut vakit olmadı


İlk 4 dize Cansever'e (Mesire Yerleri), sonraki 5 dize Necatigil'e (Sevgilerde) ait, ancak aynı kişinin elinden çıkmış gibi kesintisiz okunabiliyor.


2. DİRLİK DÜZENLİK’in İKİNDİ ÜSTÜ'nden bir farkı da, İKİNDİ ÜSTÜ'nde şaire göre okur olarak biz ortamdayız ama şair doğrudan bize konuşmuyorken, DİRLİK DÜZENLİK'te artık yer yer okura dönük konuşması, hitap etmesi  (Hoşaf ("Sen insansın hoşaftan anlarsın"), Benlik Duygusu ("O sağduyulu insan sen misin"), Fıldırfış, Karşıtlık), yer yer de bunun temsilini yapması (başkasının ağzından konuşma, başkasının yerine konuşur gibi yapma, yani piyes (Bezirci’nin “... birer konuluk (motif) olarak kalıyor …” dediği) ya da "pretend" olarak Halkın Görüşü, Bir Karaborsacının Şairlere Öğüdü, Berbere Bak), betimleme yapması (Non-Figüratif, Ali'nin Yüzü, İbrahim'in Evi, Yengeç Gibi, Zurnacı Mehmet); özetle çeşitli biçemlerde örnekler içermesidir.


3. Bütün bunlardan, belki de Cansever'in farklı sesleri deneyerek kendi sesini aradığını çıkarabiliriz. Ancak bariz şekilde, Cansever'in o güne kadarki kendi vasatını çok fazla aşan bir düzey söz konusu değil. Cansever, bu durumdan pek hoşnut kalmamış olacak ki, kendi seçkisinde ayıklaya ayıklaya 4 şiir bırakmış. Sadece bu 4 şiir (düzey sırasıyla Masa da Masaymış Ha, Şekerli Gerçek, Mesire Yerleri, Dipsiz Testi) o güne kadarki Cansever şiirlerinin üst limitine çıkabilmeyi başarıyor. Masa da Masaymış Ha şiiri, ileride YERÇEKİMLİ KARANFİL ile başlayacak apayrı evrenin tek habercisi belki de, İkinci Yeni'deki kendi yeri, sesi adına ilk ve tek işareti.


4. Cansever'in İKİNDİ ÜSTÜ'nü tamamen, DİRLİK DÜZENLİK'i çoğunlukla yok saymasının bir diğer sebebi, tahminimce, konuşma dilinde çok fazla kalıp, şiiri bu seyirde ilerletirken, bir yerde gündelik hayatta da başımıza gelen, ne diyeceğini unutma tehlikesiyle karşılaşması, odak noktasını kaybetmesi olabilir. Çünkü gündelik konuşma dilinde her zaman anlamlı cümleler kurmamız ve konuyu bir yere bağlamamız beklenir. Bazen ne diyeceğimizi unutup saçmalamaya başladığımız olur ya, gündelik dilde bunu çok fazla yapamayacağımız için şiir iyice sıkıcılaşmaya başlar. Fıldırfış şiirinin baştan sona (özellikle finalinin) buna örnek olabileceğini düşünüyorum.


5. İşte bunun gibi etmenler Cansever'in canını sıkmış, bunların artık bir kıymeti olmadığını fark etmiş olmalı ki, ancak bir piyeste hoş karşılanabilecek ve eğreti durmayabilecek,


Efendim kim demiş...

(Saray Köftesi - Edip Cansever)


Herifler beyim düpedüz hürriyete aşeriyor

(Karşıtlık - Edip Cansever)


gibi “söz”leri ve bu sözlerden mürekkep şiirleri / kitapları yok saymak istemiş diye tahmin ediyorum.



YERÇEKİMLİ KARANFİL (1957)


1. İKİNDİ ÜSTÜ ve DİRLİK DÜZENLİK'in ardından YERÇEKİMLİ KARANFİL'e geçer geçmez, "sıcak"lık, "yaşama sevinci", "hümor"la bezeli atmosferin çoğunlukla ortadan kalktığını görebiliyoruz. Garip'in nikbinliğinin yanlış anlaşılması veya yanlış tatbik edilmesi olan bugün karşılaştığımız şımarık / laubali / lakayt şiire ulaşan yolu vakit kaybetmeden terketmiş yani Cansever.


2. Daha ilk şiirde konuşma biçimindeki farklılık göze çarpıyor. 


"Bu böyle kimin gittiği? sen dur ey!"

...

"Ay, pencere, göz! siz git ey! " (Ey)


Ancak devamında,


"O nasıl şey, bu adam soyut mu ne?"

...

"Yok yahu bana mısın demiyor. " (Aaaa)


gibi, DİRLİK DÜZENLİK'te Masa da Masaymış Ha ile ulaşılan pik seviyeden örnekler, YERÇEKİMLİ KARANFİL'in dip seviyesi olarak karşımıza çıkabiliyor.


3. Eğer kronolojik bir sıra varsa şiirlerinde, Cansever Aşkın Radyoaktivitesi ile Yerçekimli Karanfil'e giden yolu yapmış görünüyor.


4. Bu kitapla sınırlı kalacak yeni söyleyiş tarzına aşağıdaki dizeler örnek verilebilir : 

Pek tuhaf! ben de sahanda yumurtayı kıskanırım ...

...

Sizi görmüyor muyum dikkat! trenlere çikolata yediriyorum

Bunu her zaman yapıyorum akılla oynamak yani (Şiirde bu gibi akıl oyunlarını abartmak aşık usandırmak gibi olsa da Cansever dozunda bırakmış.)

...

Bir cümle tuhafsa dikkat! pek tuhaftır insanın tırnak çıkardığı

Sonra da boyadığı, ne demeli sonra da kestiği

(Yangın)


Bir menekşe duyuyorum ellerimsiz,

...

Sen bile güzelsin bensizce 

(Güzel Atomların Yaptığı Ayak)


Ancak yine de eser miktarda eski söyleyişinden örnekler içermektedir :


O ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla  (bu dize ritimde bir önceki dizeyle bir sonraki dize arasında yumuşak geçiş olması için bir bağ doku işlevi görüyor olabilir)

... gel keyfim gel

Oh ne güzel! …

Ayıptır yani ... 

(Yangın)


Bulutlar altıydı şurası; bakındı hele onu da 

(Anahtar Deliği) ("bakındı hele" gibi bir söylemi piyesler haricinde pek duyabileceğimizi sanmıyorum)


Canım horoz! ... 

(Horozla Merdiven)


5. Yaşanılan değişmese de yaşanılana bakış değiştiği için sanıyorum şiirde konuşan kişi ve konuştuğu yer değişmiş durumda. Gayet olağan ve sıradan şeylere bir şaşkınlık hali, afallama ve onları yani hayatı yeniden tanımlama ihtiyacı yüklenmiş sanki bu yeni kişi. Sagopa Yaşlı Planet şarkısında Sagopa Kajmer'in "Bir kör olsan, yirmi seneni böyle yaşasan, yirmi birde tanrı gözünü açsa Nerdeyim? ve kim bu şahsiyetler? deyip bocalamaz mısın?" demesi gibi, yeni özne Bakmalar Denizi'nde adeta yirmi birde gözü açılan kişi gibi bocalıyor ve bu çaresizlikle her şeyi yeniden tanımlıyor / yorumluyor. İleride çokça işlenecek ve açık açık dile getirilecek olan tuhaflık, yabancılık, şaşkınlığın (“BİTMEDİ DİYORUM BİTMEDİ ŞAŞKINLIGIMIZ”. Umutsuzlar Parkı), yeniden tanımlamaların başladığı yer olması açısından YERÇEKİMLİ KARANFİL'e, Cansever şiirinin esas özünün oluşmaya başladığı yer de denilebilir.


Siz yok mu, sizin her yeriniz şaşırıp kalmaya istekli

Bir bakın, uyanıp kalkınca çocuk olmalarım var benim

(Uyanınca Çocuk Olmak)


Ben şu son günlerde ekmek yemeyi tuhaf buluyorum

İnsanın ekmek yemesi var ya

İşte onu

Tuhaf buluyorum

Ben. 

(Altın Ayak)


Damın altında kaç sıra tuğla eksik eksik

Niyedir bilmiyorum pencere koysak mıydı adını?

...

Vay! çiçekleri, kedileri bakmak bakmak yapan elim

...

Aklıma damların üstünde koşmak, koşmak

Bu uçanlar serçe cıva gibileri serçe  

(Var Var)


Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda 

(Yerçekimli Karanfil)


Çocuklar bekleme yapıları gibi sokaklarda

(Güneşin Yazdığı)


Çocuğu çocukluyor bir düdüğün kırmızısı

(Horozla Merdiven)


Söylenir: çocuklar için de korkuya sığınmış bir çığlık.

Dünyanın kendini tekrarlaması elmada 

(Altın Ayak)


Denizler, boş gemiler gibi hareketli bir çiçek 

(Dolgun)


Siz yok mu, sizin her yeriniz şaşırıp kalmaya istekli 

(Uyanınca Çocuk Olmak)


İskemle'nin alelade bir iskemleden farklı olarak yer aldığı örnekler :


Evime gelince oturduğunuz

İskemleler konuştu 

(Fıldırfış - DİRLİK DÜZENLİK)


Pek de oturmuşluğu yok iskemle ayaksız

(Aaaa - YERÇEKİMLİ KARANFİL)


İskemle kendini saklar -böyle de şaka olmaz

Ansızın görünmek için yapar bunu

Bakarız odanın güttüğü bir şeydir iskemle 

(Tüfekkk - YERÇEKİMLİ KARANFİL)


Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı

(Çağrılmayan Yakup - I  -  ÇAĞRILMAYAN YAKUP)


6. "sıkılmak" kökenli kelimelere bakarsak, YERÇEKİMLİ KARANFİL'den önce bir tek İKİNDİ ÜSTÜ’nde "iç sıkıntımı", "can sıkıntısı" ve "Canım sıkılır" yer alırken, YERÇEKİMLİ KARANFİL ve sonrasında (Sonrası Kalır I içinde), “sıkıntı” 14, “sıkılıyor” 6, “sıkılır” 3, “sıkıntıya” 4, “sıkılmak” / “sıkıntılarımız” / “sıkıntının” üçer, “sıkılan” / “sıkılacak” / “sıkıldım” / “sıkıntısı” / “sıkıntıyım” ikişer, “sıkıldınızdı” / “sıkılıyorum” / “sıkılmaktır” / “sıkıldık” / “sıkılıyordu” / “sıkıntısıyla” / “sıkıntıyı” / “sıkıntıdan” / “cansıkıntıları” / “sıkıntısını” 1 defa yer alıyor. Yani, belli ki şairi sıkıntı basmış ("Öyle bir sıkıntı ki ölümle kımıldamaz." Şairin Kanı - NERDE ANTİGONE). O eski "rahat"lıktan, "sıcak"lıktan pek eser yok. İlk iki kitapta en çok kullanılan "sıcak" kökenli sözcükler ise YERÇEKİMLİ KARANFİL'de hiç kullanılmamakla birlikte Sonrası Kalır I'in diğer kitaplarında toplamda ilk iki kitaptakinin yarısı kadar kullanılıyor.



7. Peki acaba ne oldu da, 10 yılın ardından, bu kadar dışarıya, mes'ut olmaya dönüklük, günlük güneşlik hava, o yaşama sevinci, o heyecan gitti, kayboldu ve yerini kapalı, buruk, sıkıntılı ve çıkışsız bir hal aldı? Yaşamak Telaşı'ndaki ve genel olarak tüm ilk iki kitaba sinen "yaşama sevinci" nereye kayboldu, o ısınılan yaşama ne oldu? (Demokrat Parti dönemi analiziyle Cansever şiirine bakan önemli yazılardan ikisi: Cansever’in Şiirine Analitik Bir Yaklaşım - Ahmet Oktay ve Edip Cansever - Asım Bezirci, de yayınevi, 1961) Sürekli olarak gözünün önünde olanı artık üstünkörü gözlemlemek yetmediği için kazmaya ve derine inmeye çabaladı belki de şair. Şiirde belli bir olgunluğa erişmek için laubaliliği, lakayt tavrı bırakmak, yaşama sevincinden geçmek, onu parçalamak, bertaraf etmek mi gerek belki de? Eğer öyleyse, bu basbayağı kötü bir şey, iki kere, üç kere ölmek demek.

İlk değişimi / ölümü Artık Hayatım Değişti (İKİNDİ ÜSTÜ) şiirinde ilan edildiği üzere görmüştük : 


"Bundan böyle sade geçecek hayatım"

...

"Madem ki karar verdim sade ve yalnız yaşamaya. "

...

"Artık yeni bir hayata başlıyorum."


8. Kesin, kapalı şiirlerden belirsiz, açık şiirlere doğru gelişerek yaşamı daha çok kuşatma veya karşılama çabası. Adeta “her şeyin teorisi”ni yazmaya çalışmak. Yaşamı bir şiirle, en fazla bir dörtlükle, en güzeli bir mısrayla anlatabilmek, formüle edebilmek. Bu çaba aynı zamanda bir imkansızlık da barındırıyor. Belki de her şeyi bir mısra ile anlatmak isterken aslında hiçbir şeyin kafi gelmeyeceği anlaşılıyor olabilir.


Örnek bir mukayese: Yaşamak Telaşı çok kesin olmakla birlikte sayfa üzerinde çok az yer kaplamakta. Amerikan Bilardosuyla Penguen ise daha belirsiz olmakla birlikte yaşamı kuşatma telaşı daha fazla, kağıt üstünde tuttuğu yer daha fazla. 


Yaşamak Telaşı şiiri, bir bütün olarak, tıpkı Müslüm Gürses'in "Bir Anda" adlı eserindeki "Tarifi imkansız güzelliğinle" tarifi gibi fazla donuk, hareketsiz, hantal bir kalıptır ancak böyle bir tarifle karşılaştığımızda tepkimiz onu o kapalı kutu haliyle kabul edip geçmektir. Yani kolay bir adresleme. Hangi güzellik? Tarifi imkansız güzellik. Nasıl bir yaşama sevinci? Hiç böyle ısınmamıştım yaşamaya. Ne olduğunu değil, nerede olduğunu bildirme. Güzelliğinin tarifi, tarifinin imkansız oluşu. Yaşama sevincinin tarifi, sonucu ile yapılmaya çalışılıyor.


Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum. 

(Anlatamıyorum - Orhan Veli)


-Nasıl bir yer? Anlatılamaz bir yer.


Deniz çarşaf gibiydi, anlatılmaz,

(Kedili Gece - Oktay Rifat)


-Anlatıyorsunuz üstadım.


Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak

Anlasan 

(Deli Kızın Türküsü - Gülten Akın)


-Neyi anlasam? (Kısa devre).


Tarifsiz sözlerin tek tarifisin…

(Seninle Olmak - Selahattin Özdemir)


-Tarif, artık hiçbir şeyi tarif edemiyor.


Sadece ifade edilemeyecek olanı ifade etmek. Onu ifade edilmemiş olarak bırakmak.

(Bekleyiş Unutuş - Maurice Blanchot)


-!!:Çok iyi hamle.


Camın önünden geçen bir kız yürürken başını çevirip ona değil, dükkanın içine doğru baktı. Bu gergin yüzü, bu ürkek mavi gözleri eskiden bir yerde görmüştü. Birden başının ağrısı kesildi. İçinde acayip bir sevinç, delice bir telaşla kalktı. Aradığı oydu. Başının ağrısını böyle kesiveren, portakal suyuyla birlik içtiği aspirin değil, onun yüzünü görmesiydi. Kapıdan hızla çıkıp açık mavi yağmurluğu görünce yavaşladı. Yirmi adım kadar önünde, arkasına bakmadan yürüyordu. Girip kolunu tutsa, '- Merhaba,' dese, belki başka bir söz bile söylemeden anlaşacaklardı. Belki yalnız, '- Sus, biliyorum,' diyecekti. (Aylak Adam - Yusuf Atılgan)


-Neyi biliyorum? (Tüm kitap boyunca C.'nin duygu adreslemesine yöneltilmiş bir soru).


Kafamda bunları hep birbiriyle bağlantılandırıyorum. Erol Evgin söylerken, Bir garip duygu çöktü omzuma dedikten sonra o "garip duygu"nun ne olduğunu anlatmaya çalıştığı dört tane dörtlüğün sonunda İşte öyle bir şey diyor ya, işte öyle bir şey.


Bir duygunun / düşüncenin ( ya da bunu şiir nesnesi olarak da adlandırabiliriz) değerini döndürmek yerine onun bellekteki (toplumsal bellek, dünya/insan tarihi ya da arketipler) yerini işaret eden şiirler.


Burdan hareketle Cansever'in İKİNDİ ÜSTÜ ile DİRLİK DÜZENLİK kitaplarındaki şiir tiplerine referans şiir ("Pointer") denilebilir.  (Referans ve Temel Veri Tipleri Arasındaki Fark) Bir karadeliği uzaktan işaret etmek gibi.


9. Miğferi onu boğuyordu ve görüşünü kısıtlıyordu. Onun uzağı görmesi gerekiyordu. Kalkanı çok ağırdı ve dengesini bozuyordu. Onun hedefi ise çok uzaktaydı…  Garip'le başlayan serbestleşme, başınabuyruklaşma ile günümüzdeki "kafasına göre yazma"ya (Ah shit, here we go again.) kadar uzanan süreci düşününce, 300 Spartalı filmindeki bu sahne aklıma geliyor. Sürekli olarak üzerindeki ağırlıkları, kendisini sıkan, rahat konuşmasını engelleyen ne varsa söküp atmaya uğraşan bir dil oluşagelmiş diye düşünüyorum Garip'ten beri. Cansever de ilk iki kitabındaki dar kalıplardan, dar söylemden, farklı ağızları denemekten kurtulup / sıyrılıp daha geniş, daha rahat, daha çok konuşma imkanı üretmiş denebilir. İşte Cansever'in YERÇEKİMLİ KARANFİL'den itibaren bu kadar çok konuşmasını, kalıpları bırakıp, her şeyi yeniden tanımlamanın şiirini yapmaya çalışmasına bağlıyorum.


10.


(İKİNDİ ÜSTÜ - 30 sayfa)



(DİRLİK DÜZENLİK - 39 sayfa) 



        
(YERÇEKİMLİ KARANFİL - 38 sayfa)         


(UMUTSUZLAR PARKI - 62 sayfa)



            (PETROL - 18 sayfa)                      



(NERDE ANTİGONE - 44 sayfa) 



              

             (TRAGEDYALAR - 100 sayfa)          


(ÇAĞRILMAYAN YAKUP - 68 sayfa) 


                (KİRLİ AĞUSTOS - 114 sayfa)                


(SONRASI KALIR - 93 sayfa)



Bu görseller, Sonrası Kalır I içindeki her bir kitabın bütün sayfalarının üst üste bindirilmesi sonucu elde edildi. Burada fal bakar gibi şeyler söylemeyeceğim. Sadece şiirlerin kağıt üzerinde gittikçe daha geniş yer tutmasından hareketle, artık kolaycılığa kaçmayan, yani kalıpları daha az kullanan, kıran, belki kendi yeni kalıplarını inşa etmek için uğraşan ve bu yüzden çokça hammadde kullanan, bu işlem için daha çok yüzeye ihtiyaç duyan bir sürecin söz konusu olduğunu tahmin ediyorum. Yüzey  üzerindeki bu genişlemenin sebebi, şairin daha farklı bir araç geliştirip bununla şiirde kendine daha geniş bir hareket alanı açmak istemesi olabilir. İlk iki kitabındaki kesinlik, sayfada daha az yer kaplamakta iken YERÇEKİMLİ KARANFİL’le birlikte daha belirsiz, amorf ve uniqe anlatım artık sayfa yüzeyine daha çok dağılmaktadır. Belki de tarifi imkansız şeyleri tarif etmek gerçekten imkansızdır.



(Sonrası Kalır I GIF)


11. YERÇEKİMLİ KARANFİL'den itibaren "çok konuşmaya" başlayan şairin, bir yerden sonra,


Artık hiçbir şey anlatılmasın

(Gökanlam 3 - KİRLİ AĞUSTOS)


demesi çelişmiyor mu? Süreya "Fazla şiirden öldü Edip Cansever." derken aslında bu genişlemeye, parçalanmaya işaret ediyordu galiba. Üstat, affediniz, şiirinizdeki hikmeti bilememişim.


12. Son olarak başka şairlerin şiirleriyle benzerlikler taşıdığını düşündüğüm yerleri paylaşmak istiyorum :


12.1

Atomlar bile güzel

Moleküller bile

Toplanıp ayak oluyorlar bende

Ağız oluyorlar biraz

Diş oluyorlar keskince

İki göz parlakça

On tırnak sivrice."

(Güzel Atomların Yaptığı Ayak - Edip Cansever)


Her köşe köşebaşları deniz dibi dişli köpeklere yurt

Köpekler bu dişlere sahip değil bu dişler o köpeklere sahip yani

Diş geriye geriye doğru uzamış uzamış incelmiş yumuşamış tüylenmiş de bir köpek olmuş sanki" 

(Köpük - Sezai Karakoç)


"Bilhassa büyük

Erkek

Tam erkek bir el

Yani kolun ucuna kadar gelmiş de

Yumruk bile olmuş" 

(Açık Açık Çağırır Aşkını - Cahit Zarifoğlu)


12.2

Yırtıcı kuşları mı gözlerimizin? onlar mı bu sürüylen? 

(Ey - Edip Cansever)


gözlerini tanıyorsunuz: çaylak sürüleri

beyni: aç kuşlardan bir ambar. 

(Yaşamak Umrumdadır - İsmet Özel)


12.3

Derken ardından şıpınişi bir kahvaltı 

Amanın dersin bu ne delice gidiş 

Paldır küldür açar mıydı fıstık ağacı 

İspinoz düşünür müydü? 

Deli olan kaşınır mıydı? 

(Buz Gibi - Edip Cansever)


"Amanın", "şıpınişi", "cin ifrit" gibi kelimeler özelinde, geneli itibariyle Metin Eloğlu havası seziliyor.


12.4 

Üstelik beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır. 

(Edip Cansever)


Bu vapuru kaçırırsam beni belki de cinnet basar

(İsmet Özel)


sen beni öpersen belki de ben fransız olurum 

(Onur Ünlü)


Olağan bir şeyin, pek de müstesna olmayan bir şeyin alakasız, bağlantısız bir şeyi tetiklemesiyle orijinalite yaratma çabası. Cansever Yangın’da yoğun olarak kullanıp -neyse ki- terkediyor bunu. Çünkü, evet ilk bakışta orijinal görünüyor yalnız mekanizma tamamen klişe. Daha doğrusu hızlı bir şekilde klişeleşmiş. Tıpkı IKEA gibi. Bir IKEA mağazasında, IKEA’dan başka bir şey yoktur, hiçbir şey kendisinden başka bir şeyi çağrıştıramaz, sürekli olarak bir IKEA mağazasında olunduğu hatırlatılır, kısımlar arasındaki geçişlerin belirsizliği (crossfade) herşeyin bir tek IKEA, bir bütün IKEA olgusuna varmasından ötürüdür. IKEA mağazasında çıkışı bir türlü bulamadığımda ve bu tarz şiirleri okuduğumda yaşadığım boğucu hissin sebebini böyle değerlendiriyorum.  Herkesin farklı olmaya çalışarak aynılaştığı toplum IKEA’dır. Çoğulluk, insani eylemin koşuludur, çünkü hepimiz aynıyız; yani hiç kimsenin şimdiye dek yaşayan, yaşayacak başka herhangi biriyle asla aynı olmayacağı tarzda insanız [human]. (İnsanlık Durumu - Hannah Arendt). DOĞA BAKIMINDAN YUNANLI OLSUN, BARBAR OLSUN HEPİMİZ HER ŞEYDE AYNI OLARAK YARATILMIŞIZDIR… HEPİMİZ AĞZIMIZLA, BURNUMUZLA SOLUYOR, ELLERİMİZLE YEMEK YİYORUZ. (Antiphon'dan alıntı, İlkçağ Felsefe Tarihi - Ahmet Arslan). İyi bir Gezelim Görelim röportajının insana huzur veren bir yanı var. Mizacınız uygunsa, didinip duran bu tatlı, zavallı insanları seversiniz. Program ayrıca, Norveçli'yseniz tuhaf olmanızın bir zararı olmadığını anlatıyor. Bizler Norveçli'yiz ve hepimiz bir tuhafız. Herkes bir tuhaf olduğundan aslında normal olmak tuhaf, yani sonuç itibariyle hiçbirimiz tuhaf değiliz. Yalnızca Norveçli'yiz. (Doppler - Erlend Loe)



UMUTSUZLAR PARKI (1958)


1. DİRLİK DÜZENLİK ve İKİNDİ ÜSTÜ'ndeki o belirgin, donuk, yekpare ve kesin söylemin yerine, YERÇEKİMLİ KARANFİL'deki daha geniş ama belirsizleşen söylemin, parçalanmanın hakim olmaya başladığı kopuşun UMUTSUZLAR PARKI'nda da devam ettiği söylenebilir.


Yine çok nadir de olsa, "Siz kırmızı yerler, kırmızı saçlar severdiniz" ile yine Necatigil'i, "Siz sabahları şehirlere bakarsınız / Siz sabahları dünyaya bakarsınız şehirlerden" ile Karakoç'u (Şahdamar) andıran parçalar bulunsa da genele baktığımızda ulaşmak istediği en üst seviyeye doğru(!?) epey ilerlediği görülüyor.


2. Süreya'nın Folklor Şiire Düşman yazısında değindiği donuk kalıpları sıkıştırılmış dosya, ".rar" gibi düşünürsek, Cansever YERÇEKİMLİ KARANFİL ve sonrasında, dar veya geniş, kalıplardaki içeriği dışarıya çıkarma işlemi ("buraya aç") yapmakta adeta. Belirgin, donuk, yekpare ve kesin söylemin yavaş yavaş parçalanması neticesinde, "Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı." diye anlıyorum. Dolayısıyla özellikle Umutsuzlar Parkı ile beraber anlatımın hacmi bir hayli genişlemiştir. ( Süreya, "Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir hava­dır." demekte o kadar haklı ki, gündelik hayatta sürekli atasözleriyle, deyimlerle konuşmanın ne kadar itici olduğu o kadar aşikar ki, “gibi” dizisinin neredeyse her bölümünde bir özlü söz söyleyen İlkkan karakterine herhalde yönetmen dahi tahammül edemiyor ve "Erasmusla Gelen Yamyam" bölümünde mezar başında Yılmaz'ın sert tepkisiyle karşılaşan İlkkan, "Bej" bölümünde yine bir özlü söz söyleyecekken sahne bir anda kesiliyor.)


3. Parkta yine her zamanki şeylere, ama artık farklı şekilde bakmaktadır. Zaten bu farklılıkların bize hoş gelen tarafı, genelin aşina olduğu şeyler üzerinde yapılan küçük bir dokunuş, yer / bağlam değişikliği ve bunun neticesinde bizi olaya farklı açılardan bakmaya sevk etmesi olsa gerek. Yoksa, Duchamp pisuar yerine bir dalış tüpünü ters çevirseydi aynı etkiyi yaratmayacaktı belki de.



PETROL (1959)


1. 

Ağaca yeşili koydum

İnsana düşünceyi

(Peşkir - DİRLİK DÜZENLİK)


Ben insansam elbette beni seveceksin

...

İşte beyler bu lafların sonunda

Topluma bir insan daha kazandırdık

(Karşıtlık - DİRLİK DÜZENLİK)


Ben düşündüm buldum

Bütün şiirlerimde onu yazdım

(İnsanlık Sevgisi - DİRLİK DÜZENLİK)


İnsanda bir türkü var onu çıkarıyoruz. 

(Güneşin Yazdığı - YERÇEKİMLİ KARANFİL)


Bu insandaki sezgi

Bu insandaki akıl

Bu kanundur kanun

(Alüminyüm Dükkan - YERÇEKİMLİ KARANFİL)


İnsandı gibi, çağırmaktı gibi yerinde

Gidişi tastamamdır balıktan insan katına kadar

(Dolgun - YERÇEKİMLİ KARANFİL)


Evet, bakalım insan nereye gidecek

...

Bu yol insana çıkar.

(Çember - UMUTSUZLAR PARKI)


İNSAN

        SANA GÜVENİYORUM

          SAYGlLARlMLA.

(Sığınak - UMUTSUZLAR PARKI)


PETROL'e kadar gitgide artan hümanizm, PETROL'den sonra biraz farklılaşıyor, özellikle Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka ile, önceden uzaktan "sıcak sıcak" övdüğü, yücelttiği insanlığı biraz yakından tanıyor ve tanıyınca da bir kafa karışıklığı, soru işaretleri, gücenmeler ve şüpheler peydah oluyor sanki. İnsana kavramsal olarak değil biyolojik olarak bakılıyor artık ve genel "insan/insanlık" kategorisinden değil, bundan sonra daha çok Stephan, Armenak, Yakup, Dökümcü Niko, Fener Bekçisi Salih gibi bireyler özelinden yola çıkarak sorgulamaya, deşmeye devam ediyor. (Programcılık sektöründeki bir vecizeden ilhamla söylemek istiyorum ki "car" ile "carpet", "java" ile "javascript" arasında ne kadar alaka varsa "insan" ile "insanlık" arasında da o kadar alaka vardır. Cansever’in idealden gerçeğe, tümelden tikele düşüp yaşadığı can acıması (hümanizmin çözülüşü?) sonraki şiirlerinin yakıtı olmuş olabilir.) 


Sürüler, sürüler, insan sürülerinin

(Acı Bahriyeli - PETROL)


Ürkek ve devamlı insan yüzleri.

(Tahtakale - PETROL)


Nedir mi ellerimiz? - Korkunçtur bir elin bir köşesinde

    insan olmalarıyla

Korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin

...

Korkunçtur insan olmaları; bir ceset, suda bir şapka gibi

    sallanaraktan

...

Korkunçtur insan olmaları göz ortalarında, eriyen türbe

    ışıklarında

Ve korkunç eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan olmalarıyla

...

Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan

    olmalarımla

...

Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık bir şey

    insanın sonsuzunda

...

Demeyin, sakın haa, yok şu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda

Şu kadarcık bir şey - öyleyse ... yani biz şimdi ne yapsak acaba

Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz

    bilmiyoruz ya

Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmıyanlarla.

...

Nedir mi insan? - ya nedir sahi, biraz anlatsanıza! ..

Hadi anlatsanıza!

- Elbette, anlatırız, niye anlatmayalım

- İnsan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa ...

- Evet, size kalırsa

- Hiç canım, biraz oyalansanıza! ..

(Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka - NERDE ANTIGONE)


Gene bir insanın kansız, soğuk parlaklığından

Yani bir ölüden, ölünün devinimsiz taşkınlığından

...

Bir yandan bir parçası olarak insanın

Bir yandan büsbütün yabancı insana

Giderek tanrıyı buldum ben de. Tanrıysa

Yitirdi kesinliğini bir insan kılığında.

...

Ve sonra dayanılmaz bir yalnızlığın altında

İnsanları gördün birden ve bütün kasvetleri

...

Unutulmuş gibiyim ben. Ve insan

Bir bakıma unutulmuş gibidir

...

İnsan bir yas gibi doğuyor yeniden.

...

Bir dünyaya sarkıtılmış bu insanlar da ne

...

Olmayan insanlarız. Üstelik olmamaya

Tanığız, kararlıyız.

(Tragedyalar V - TRAGEDYALAR)


Aralarda çok nadir de olsa,


"Bir insan tadında olan... "


gibi dizeler yer alsa da, genel itibariyle artık insan korkunç, belirsiz, bedbaht bir haldedir.


Ve belki de Phoenix’i,


Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum 

Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.


diyerek bitirişi, bu değişime, yeni bakışa yorulabilir.


2. Ahmet Oktay "Petrol'ü şairin gelişim çizgisindeki zorunlu bir ara" olarak görüyor. Ben de Petrol'ü "yükselmede duraklama"ya benzetiyorum; "Salıncak", "Ne gelir elimizden..." gibi Cansever'in asıl varmak istediği, Kemal Özer'in deyimi olan "uzun soluklu büyük şiir"e giden çizgi kesintiye uğruyor. Ancak Petrol duraklaması çok kısa sürüyor; Petrol, 18 sayfadan oluşan şiirlerle şairin en kısa kitabı.


3. 

Sizi anlıyorum

            - Ne çıkar bizi anlamaktan.

(Petrol - PETROL)


ile,


Ne çıkar siz bizi anlamasanız da

(Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka - NERDE ANTİGONE)


noktasına varacak bir yolculuğun hazırlığı yapılıyor olabilir mi?