Ercan Akyol / 



Merhum (Hadım) Ali Paşa, bir gün ben fakîr ü hakîrin birkaç gazelini görmüş, hoşuna gitmiş, “niçin bize gelmez, tanış olalım” demiş. İşittim, birkaç tane gazel yazdım, divanına varıp sundum. Şikâyet kâğıdı sandı, yazıcıya verdi. İbrahim Paşa oğlu İsa Bey yanında oturuyordu, dedi ki:
- Sultanım, bu Molla Zâtî’dir. Size gazeller getirmiş.
O zamana kadar Ali Paşa beni görmemişti, yüzüme baktı, “Zâtî de pek çirkinmiş” dedi. Hâlbuki, kendisinden çirkini görülmemişti. “Sultanım” dedim, “yiğit yiğidin aynasıdır”, paşa bunu işitince, kahkahalarla güldü. Gazelleri aldı, pek çok bahşiş verdi.


     Günümüz Türkçesine aktardığım yukarıdaki metin, Zâtî’nin Letâifnâme’sinde yer alıyor. Letâifnâme, içeriğiyle mizah edebiyatı içerisinde yerini alırken, oradaki bazı detaylar, bize şiirin geçmişte nasıl olduğunu göstermek açısından birçok ipucu sunuyor. Bir paşa, bir şairin şiirlerini beğeniyor, onunla tanışmak, bir ihtimal ona himaye sunmak istiyor; bunu haber alan şair de hemen birkaç gazel yazıp divana gidiyor ve paşaya şiirlerini sunuyor, karşılık olarak para alıyor.

     Olayın sathında kolayca şiirin yazılış, sunuluş ve değerlendirilme sürecini görebiliyoruz. Şu an olandan fersah fersah uzak. Ortada ne okurlar, ne editör, ne bir yayıncı, ne de bir telif meselesi var. Çünkü bu kavramların hepsi modern anlamdaki “piyasa sonrası”na ait. Oysa bahsi geçen olayda matbaanın bulunmadığı, kitap kültürünün kitleselleşmediği ve yazılı kültürden ziyade sözlü kültürün hâkim olduğu bir toplumdan söz ediyoruz. Böyle bir ortamda, şiire dair neler söylenebilir? İşte bu yazıda genel bir perspektiften bakarak bu soruların cevabını vermeye çalışacağım.

     Bu sorunun cevabının genişliği, ne yazık ki böylesi kısıtlı bir ortamda yazıyı birkaç bölüme ayırmayı zorunlu kılıyor. Bu doğrultuda, meseleyi, Osmanlı edebiyatı açısından üç ana başlık altında ele alacağım: i) sözlü-yazılı kültür kavramları üzerinden matbaa öncesinin Osmanlı edebiyat kamusuna -İstanbul ile sınırlı olarak- şiir özelinde bakmak ve buna bağlı olarak şiirin üretilme, icra edilme ve dolaşıma girme koşullarını ortaya koymaya çalışmak, ii) şairin kimliğini ortaya koymak, iii) şiirin toplumdaki yerini işlevsellik açısından ele almak.

     Söz Uçar Yazı Kalır

     Bu klişe söze tersten bakmak mümkün mü? Kudret Emiroğlu’nun dediği gibi bu söz “aslında okuma bilenlerin kendilerini kandırmak için ve iktidarlarını desteklemek için uydurdukları bir sözdür. Yazı kalmaz. Çünkü yazı bize gelen bir şey değildir; biz yazıya gideriz […] Sözse bize, ne yaparsak yapalım, kulaklarımızı tıkasak bile ulaşır.”  Walter Ong’dan yola çıkacak olursak, sözlü kültür ve yazılı kültür kavramları bu konuyu tartışmak için iyi bir teorik zemin sağlıyor. Matbaanın bulunmadığı, kitap kültürünün kitleselleşmediği ve okuma yazma eğitiminin standartlaşmadığı bir toplumda -bizim örneğimizde 16. yüzyıl Osmanlısı- okur-yazarlığın çok da yaygın olmadığını söylemek ve dolayısıyla sözlü kültürün yazılı kültür karşısında bir önceliği olduğundan bahsetmek çok zor olmasa gerek.[1]  Böyle bir ortamda doğal olarak, sözlü kültürün baskın bir yeri vardı ve bu, edebiyat ortamını da kapsıyordu.

     Walter Andrews, Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı’nda şiiri, klasik dönem Osmanlı popüler kültürü içerisinde diğer edebî türlere oranla “ana akım” olarak konumlandırır. Dolayısıyla popülerlik açısından 16. yüzyıl Osmanlı’sında şiirin yeri, günümüzde romanın bulunduğu yere benziyor diyebiliriz. Bu dönemde şiir, kâğıt üstünde durduğundan daha çok sesli okunarak, söylenerek, işitilerek dolaşıma giriyordu. Kuşkusuz ki yazı da şiirin dolaşımı açısından bir paya sahipti. Bu yazının başında yer alan örnekte de görüldüğü üzere, şiir yazı yoluyla edebiyat hâmîlerine, patronlarına da sunulup dolaşıma girebiliyordu. Dahası şiiri yazıya geçirmek, kayıt altına almak da şiirin kalıcılığını sağlamak adına önemliydi. Bu kalıcılık, kendi döneminde değilse bile şiirin dönemler arasındaki dolaşımını olanaklı kılması açısından işlevseldir. Bu durumu yine Zâtî’den yola çıkarak ele alabiliriz. Zâtî Balıkesir’de doğan, burada çizmecilikle geçinen, Âşık Çelebi’nin belirttiğine göre sonradan “şiire heves idüb” İstanbul’a gelen ve Bayezid Camii yakınında dükkânı açan bir şairdi. [2] Dükkânın önemi aynı zamanda bir edebî muhit, diğer bir deyişle şiir meclisi, olmasıydı. Birçok şair ve müteşair bu dükkâna gelip, Zâtî’ye şiirlerini gösteriyordu. Zâtî de zaman zaman bu şairlerin ve şair adaylarının şiirlerinden beğendiklerini alıp kendi divanına koyuyordu. Aşık Çelebi’nin aktardığına göre Zâtî başkalarında gördüğü orijinal imajları, hoşa gidecek kullanımları, ince manaları çekinmeden alıp kendi şiiri gibi kullanırmış. Günün birinde bu dükkana gelip gidenlerden bir şair adayı da, daha önce kendi yazdığı bir şiiri Zâtî’nin divanında görünce itiraz etmiş. Zâtî’nin edebiyat tarihlerinde çokça alıntılanan cevabı ise şöyle:

Şiirinizde bir hoşça manacık buldum, lakin gördüm ki siz gerçek bir şair değilsiniz; çünkü divanınız yoktur, böyle olunca da hep bu manalar zayi olur. Biz divan sahibi şairleriz, divanımız kıyamete dek kalır. Gazellerimiz hokkabazlar, kâsebazlar, cânbâzlar ve belki ağaç ayaklılar[3] [sırıklar üstünde yürüyen cambazlar] ile doğuya ve batıya yürür. Bizim divanımızda bulunan zayi olmaz. Manacığı esirgediğimden sizin şiirinizi divanıma aldım, yoksa ne hırsımdan ne de aç gözlülüğümden aldım.
(Âşık Çelebi, Meşairü’ş-Şu’arâ, 892.)

     Görüldüğü üzere bu örnekte divan sahibi olmak, şair olmanın bir şartı olarak kabul ediliyor. Bu sayede şiirlerin kalıcı olabileceği düşünülüyor. Şiir divanlara, mecmualara yazılarak da dolaşıma girse bile bu dolaşımın esas lokomotifi yazı değil, sözdü. Neticede divanlar, mecmualar -tam bu noktada Walter Benjamin’in Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” başlıklı yazısını hatırlayalım- tekil nesneler olduğu, kitlesel olmadığı için şiirin yaygınlığı daha çok söz ile gerçekleşiyordu. Hatta kitaptan kalabalık gruplara sesli olarak okunan eserlerde dahi yazıyı ancak sözün bir aracısı olarak görüyoruz. Yazının bu durumda bile başlı başına sadece söz vasıtasıyla yayılan şiirin hızına yetişmesi mümkün değildir. Tam bu noktada yüzlerce nüshası bulunan eserleri de unutmamak gerekiyor. Sonuçta onlar da bu sürecin önemli elemanlarından biriydi. Ancak, kahvehane sedirlerinde, konak cumbalarında, dost meclislerinde, mesire yerlerinde, tekke köşelerinde ve meyhane kuytularında söylenip hiçliğe karışan sayısız gazeli, kıtayı da unutmamak gerekiyor.

     Burada bahsetmeye gerek bile yok ki gerçekten de yazı sayesinde geçmişin ürünlerinden haberdar oluyoruz. Ancak benim burada dikkat çekmek istediğim şey, şiirin nasıl bugüne kaldığı değil; onun kendi döneminde nasıl dolaşıma girdiği ve sözlü kültürün bunda oynadığı rol. Şiirde mazmunlar gibi kısa, akılda kalıcı formların önceliği, aruz/hece ölçüsü, aliterasyon, kafiye ve redif gibi sese dayalı kullanımlar şiiri doğrudan sözlü kültür dairesinin bir ürünü yapan biçimsel özelliklerdir.[4] Bunun dışında aynı dönemde “ümmî” şairler olduğu gerçeğini de göz öne alırsak, şiirin yazıya bağlı olmak zorunda olmadığını da anlarız. Ne yazık ki elimizde dönemin okuma pratiklerinin nasıl olduğunu inceleyen kapsamlı bir çalışma yer almıyor.[5] Ancak şair tezkirelerinde (şair biyografilerini ve eserlerini konu alan ansiklopedik kitap ve antolojiler), bireysel anlatılarda vs. tanık olduğumuz durumlar bize şiirin daha çok “söylenmek” üzere üretildiğini, yazılsa dahi “içten okuma”dan çok “dıştan okumaya” yönelik olduğunu, bazen hiç yazılmadan irticâlen söylendiğini ve çoğu zaman ezberlendiğini gösteriyor.[6] Rivayet edilir ki II. Mehmed kendi dost meclislerinde bazen irticâlen bir beyit söyler, sonra meclistekilerden bu beytin aynı aruz ölçüsü ve kafiye ile devamını getirmelerini isteyip en beğendiğine de ihsanda bulunurmuş. Aynı duruma 16. yüzyılda kaleme alınmış ilk Türkçe hatırat olan Bâburnâme’de de rastlıyoruz. Bu örnekler bize o dönemlerde şiirin yönetici elit sofralarında nasıl doğaçlama ve marifete dayalı bir “söz sporu” olduğunu gösteriyor.

     Haluk İpekten’in Divan Edebiyatında Edebî Muhitler’de ortaya koyduğu üzere şiir sadece padişahlar, şehzadeler gibi iktidar merkezlerinin himayesi altında değil aynı zamanda devlet erkanının konakları, dergâhlar, tekkeler, şairlerin evleri, meyhaneler, bozahaneler, kahvehaneler ve esnaf dükkânlarında da söyleniyor, icra ediliyor ve dinleniyordu. O dönemde yayımlanma gibi bir imkânı olmayan şiir, işte bu tarz mekânlarda icra ediliyor ya da kaba bir benzetme ile “yayımlanıyordu” diyebiliriz. Zâtî üzerine yazdığı doktora tezinde Sooyong Kim de divan şiirinin sadece saraydan ya da sarayla ilişkili “profesyonel” şairler tarafından değil, bizzat şair olmayan kişiler tarafından da yazıldığını; bu kişilerin genelde yerel bir dinleyici kitlesi ya da kendi arkadaş çevresi için şiir yazdığını söylüyor (29). [7] Gerçeğe yakın bir ihtimal olarak 16. yüzyıl İstanbul’unda insanın konuşabildiği her yerde şiir de okunduğunu/söylendiğini ileri sürebiliriz; çünkü şiir, kâğıt üstünde taşınan bir şeyden çok, dilde saklı, ağızdan çıkmaya hazır bir söz olarak gündelik hayatın içinde yer alıyordu. Letâifnâme’deki bir başka anekdot üzerinden bu durumu ele alabiliriz. Mevzu yaşlı bir müderrisin Osmanlı’nın nadir kadın şairlerinden Mihrî Hatun’a talip olmasını ve bunun “şair camiasında” nasıl da dalga geçilecek bir hâl aldığını gösteriyor; şiir bu hikâyenin işitilmesi ve yayılmasında merkezî bir konumda:

Amasyalı bir şaire var idi, Mihrî Hatun derlerdi. İstanbul’da otururdu, yaşlanmış gitmiş, eline erkek eli değmemiş, bakire idi. Paşa Çelebi derler yaşlı bir kimse var idi, Ebu Eyyûb-ı Ensârî medresesinin müderrisi idi. Bir gün bu zat istemiş ki, Mihrî Hatun’u kendine ala. Mihri Hatun ise, oralı olmamış. Ben bu durumu işittim, bu kıtayı dedim:
İşittik ki Paşa, Mihrî’yi istemiş
O, pîre boğun mu eğsin?
O miskin bunca yıldır oruç tutar
(Mihrî) Eşek sikiyle bayram mı eylesin?
Bu kıtayı işitip, merhume Mihrî Hatun çok eğlenmiş, ah keşke bu kıtayı ben demiş olaydım, demiş.
(Zâtî, Letâifnâme, 14)

     Bu bağlamda Osmanlı şiirinin sözlü kültür ortamında dolaşımında iki kelime kilit bir rol oynuyor: “işitmek” ve “demek”. Bir şair, bir şairenin başına gelen bir olayı işitiyor ve buna dair bir şiir “diyor”; ardından bu şiiri “işiten” şaire, bu kıtayı kendi “demiş” olmayı istiyor.

     Geçerken belirteyim, şairlerin demek” fiilini kullandığı her yerde şiiri sözlü olarak söylemediği açık. Çünkü kaynaklarda demek” fiili, yer yer yazmak” anlamında da kullanılıyor. O hâlde bu durumda sözlü ve yazılı kültür daireleri arasında bir kesişen küme ile karşı karşıyayız; ancak sözlü kültür dairesi bu örnekte yazılı kültür dairesini de kapsıyor. Bu şu anlama geliyor: demek” gibi sözlü bir edimi ifade eden bir fiil, “yazmak” anlamında kullanılıyor. Çünkü, sözlü kültürün hâkim olduğu bir ortamda şiir önce “denilen”, sonra “yazılan” bir şey.

     Anakronizme düşmeden, şunu düşünelim: günümüzde yazma eylemi olmadan şairlerin yeni bir şiir söylediğini ve bunun başka mecralarda işitildiğini düşünün. İşte Zâtî’nin dönemi ile günümüz arasındaki mesafe: şiir 16. yüzyılda adeta bir refleks gibi şairin dilinde yer alıyordu. Zaten dikkat edilecek olursa Letâifnâme’de “şiir” kelimesinin çok defa “işitmek”, “demek” ve “söylemek” fiilleri ile yan yana yer aldığı görülür:

İşittim ki Keşfî bir gün “bir hatun aldım, öyle varlıklı ki kervansaraylar, hamamlar yapmaya gücü yeter” demiş. Hemen bu rubaiyi dedim:
Keşfî’nin hatunu iki hamam yapsaydı eğer
Ben onu görmek için nem var ise verir idim.
Birisi çifte hamam biri yalnız ola idi onun
Hele ben varup onun çiftesine girer idim.
(Zâtî, Letâifnâme, 28-29).

     Latifî tezkiresinde gördüğümüz üzere Ahmed Paşa’nın meşhur “Kerem Kasidesi”nin yazılış hikâyesi de benzer bir duruma işaret eder. Kaynaklarda yer alan bilgiye göre Ahmed Paşa ile II. Mehmed’in arası “gılmân-ı hâsdan bir serv-i bülend” yani servi gibi uzun boylu bir oğlan hizmetçi yüzünden açılmıştır. Ahmed Paşa, Fatih’in gözdelerinden olduğu anlaşılan bu hizmetçiyi görünce irticâlen, âşıkâne bir rubai söyler, bu rubai “Sultan Mehmed’ün semʿ-i şerîfine” yetişince, yani padişahın “şerefli kulağı” olayı işitince, Ahmed Paşa’nın hapsedilmesini emreder. Ahmed Paşa da hapisteyken padişahtan af dilemek için “Kerem Kasidesini” Latifî’nin deyişiyle, “dimişlerdür” (Latifi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, 157). Şiirin “demek” ve “işitmek” arasındaki bu salınımı bize sözlü kültür ortamında şiirin nasıl yayıldığını da gösteriyor.

     Şiirin işitme ve söyleme eylemleri ile arasında yer alan organik bağ, şairler arasında tevârüd da’vâsı olarak da kaynaklarda geçen benim şiiri aldı ün yaptı” gibi kavgalara sebebiyet veriyordu. Sadece Zâtî örneğinde dahi şairin Âhî, Mesihî ve Hayâlî ile bu konuda tevârüd da’vâsı güttüğünü görüyoruz. Çünkü şiir sözlü kültür ortamında yayıldığı için telif meselesi belirsizliklere yol açabiliyordu. Bu sebeple aynı şiirin farklı şairlerin divanlarında bulunmasına rast gelebiliyoruz. Ancak rast gelemediklerimiz de var. Bugünden geçmişe bakınca ne kadar şiirin yazılıp ne kadarının yazılmadığını bilmemiz mümkün değil. Başka bir deyişle, 16. yüzyılda okunan şiirlerden ne kadarının bugüne kaldığını bilmiyoruz. Çünkü bugün ancak yazı ile kayda geçirilmiş şiirlerden haberdarız. Peki ya yazılmamış şiirlerin tarihi? Yazılı edebiyat tarihine tersten bir bakışla o şiirlere dair fikir yürütebilir miyiz? Zeynep Altok, Âşık Çelebi’nin tezkiresinde dönemin en sevilen şiirlerinin bir kısmının tezkirede yer almadığını; çünkü Âşık Çelebi’nin zaten “herkes” biliyor diyerek bunları yazmaya gerek görmediğini belirtiyor (126). Şiirin sözlü kültür içerisinde nasıl yer aldığını bundan daha iyi anlatan çok az örnek bulabiliriz sanıyorum.[8]

     O hâlde “söz uçar, yazı kalır” lafzına dönecek olursak; sözün uçmasını geçicilikten ziyade yayılma, dolaşıma girme anlamlarıyla yan yana düşünmeliyiz. Böylece 16. yüzyılda şiirin söz yoluyla nasıl olup da herkes”e ulaştığı hakkında bir fikir edinebiliriz. Benzer şekilde yazının ise o dönemde şiire kısıtlı bir dolaşım alanı sağladığını; ancak esas işlevinin sözün/şiirin kalıcılığını sağlamak olduğunu görürüz. Çünkü insanlar, günümüz dünyasını hariç tutarsak, 16. yüzyılda ancak yazıya gittiği müddetçe onun içeriğini bilebilirlerdi; oysa sözden kaçmaları için, ondan daha hızlı koşmaları gerekiyordu.




Kaynakça
Altok, Zeynep. “Âşık Çelebi ve Edebî Kanon”. Âşık Çelebi ve Şairler Tezkiresi Üzerine Yazılar. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2014.

And, Metin. Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara: 1982.

Andrews, Walter. Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı. İstanbul: İletişim Yayınları, 2009.

Âşık Çelebi. Meşa’irü’ş-Şu’ara. Hazırlayan: Filiz Kılıç. Doktora Tezi. Ankara: 1994.

Benjamin, Walter. Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı”. Pasajlar. İstanbul: YKY, 2009.

Değirmenci, Tülün. “Bir Kitabı Kaç Kişi Okur?”. Tarih ve Toplum. s.13, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.

Emiroğlu, Kudret. Sözlü, Yazılı, Görsel Kültür”. Bilkent Talks kapsamında, Ankara: 2016. https://www.youtube.com/watch?v=gsRT67Htgqw

Kim, Sooyong. Minding The Shop: Zati And The Making of Ottoman Poetry in the First Half of the Sixteenth Century. The University of Chicago. Basılmamış Doktora Tezi.        Chicago, Illinois: 2005.

-----, The Last of an Age – The Making and Unmaking of a Sixteenth-Century Ottoman Poet. Routledge Taylor & Francis Group, London, New York: 2018.

İpekten, Haluk. Divan Edebiyatında Edebî Muhitler. Ankara: MEB Yayınları, 1996.

Lâtifî. Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratu’n-nuzamâ. Hazırlayan: Rıdvan Canım. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 2000.

Ong, Walter. Sözlü ve Yazılı Kültür. İstanbul: Metis Yayınları, 2010.

Zâtî. Letâifnâme. Hazırlayan: Mehmet Çavuşoğlu. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi. s. 18, 1970.




[1]
Bu elbette toplumda yazılı kültürün yok hükmünde olduğu anlamına gelmez. Ulema sınıfı üyelerini bir tarafa koyacak olursak, gerek medreseler, gerek dergâhlar yoluyla insanlar -genelde erkekler- yazı ile tanışıyor, mükemmel derecede olmasa da okuma yazma öğrenebiliyordu. 16. yüzyıl Osmanlı toplumundaki okur-yazarlığı sayısal olarak ifade etmek mümkün değilse de bunun toplumun genelini kapsamadığını ama yok hükmünde de olmadığını belirtebiliriz.
[2]
Zâtî’nin burada reml, yani kum falı ile uğraştığını biliyoruz. Bunun yanında belki de şairlere özel olarak Hâfız falı da açıyordu, kim bilir.
[3]
Bu “ağaç ayaklılar” meselesi ilginç. Yazıyı yazdığım sırada bunun ne olabileceğini düşünmüş, birkaç kişi ile de konuyu görüşmüştüm. Daha sonra Zati’nin aynı alıntısına Sooyong Kim’in yeni kitabı The Last of an Age’de de rastladım. Bu alıntıda ilgili kısım çevrilmemişti (bkz. S.41), haliyle merakım iyice arttı. Daha sonra Vehbi’nin Surnamesi’nde yer alan tasvirlerde sırıklar üzerinde yürüyen cambazları gördüğümde, “ağaç ayaklılar”ın bu kişiler olabileceğini düşündüm. Edith Gülçin Ambros da Metin And’ın Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları adlı eserinde bu fikrimi destekleyen bir kısma dikkatimi çekti. And’ın Nicholas von Haunolth’ten naklettiğine göre 1582 şenliğinde “takma tahta bacaklarla” ip üstünde yürüyen cambazlar bulunuyor (s.140-141). İngilizce “stilt walkers” terimi bunu karşılıyor.
[4]
Matbaanın gelişi ve okur-yazarlığın kitleselleşmesi ile şiirde değişen formlara ve içeriğe (serbest ölçü, kafiyesiz şiir, mazmunların yok oluşu vs.) bir de bu açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum. Böylece sözlü kültür dairesinden yazılı kültüre geçişle Türkçe edebiyatta meydana gelen değişimlere ışık tutabiliriz.
[5]
Konuyla ilgili olarak Tülün Değirmenci’nin Osmanlı toplumundaki okuma pratiklerini tartışğı heyecan verici yazısı, Bir Kitabı Kaç Kişi Okur?”a bakılabilir.
[6]
“Ezberden şiir okumak” konusu da sözlü-yazılı kültür kavramları üzerinden tartışılabilir. Günümüzde Türkiye’de ezberden şiir okumanın 50-60 yıl öncesine göre neredeyse yok olduğunu kolayca söyleyebiliriz sanıyorum. Bunun nedenlerini ya da son 20-30 yıl içerisinde doğan bireylerin bunu neden ihtiyaç edinmediğini tartışmak başka bir yazının konusu. Ancak bu durumu tartışmak şiirin günümüz toplumundaki yerine de ışık tutacaktır.
[7]
Yazıyı yazdığım sırada The Last of an Age henüz çıkmamıştı, bu sebeple doktora tezine referans yapıyorum.
[8]
Yazının ikinci bölümü bu sebeple herkes” ile kastedilenin kimler olduğu/olmadığı sorunsalı üzerinden Osmanlı şairinin kimliğini ve şiirin toplumdaki işlevselliğini ele alacak.